Tüm ruhlarıyla, insanın içini titretiyor, duygudan duyguya sürüklüyor, ölümsüz eserler verme amacına beraber hizmet ediyorlardı.  Notayla doğup, benzer duraklarda esler veriyor, aynı notaya karşılık gelen yedi susma biçimini aynı maharetle gerçekleştiriyorlardı. Tefken Filarmoni Orkestrası’nda notaların aynı portrede buluşmasıyla başlamıştı aşkları. Yağmurlu bir İstanbul akşamı Kemançe Konçertosu’nda icra ederken tanışmışlardı. Önce kemançe görmüştü kemanı, öylesine güzeldi ki. Sapı, yanlıkları, alt tablası kelebek ağacındandı, hem de en hareli olanından. Harelerin uyumu kıskandıracak güzellikteydi. Ses tablası ladin ve köprüsü yine kelebek ağacındandı, ama bu sefer pullu olanlarından. Damla sakızıyla cilalanmış, pırıl pırıl parlıyordu. Duruşuyla, bakışıyla asil bir hanım efendinin ellerindeki yay akıp giderken, kemanın sesi zirvelere çıkıyor, birbiri ardına hamlelerle kulakları, gözleri ve ruhu büyülüyordu. Duyanı alıp götürüyordu. Bazen mum ışığında romantik bir akşam yemeğine davet ediyor, bazen Paris’in ışıl ışıl gecelerinden birinde Eyfel Kulesi’nde sıcacık dudakların kenarına ıslak bir öpücük kondurtuyor, bazen de gün batımında Venedik sandallarında üşümüş ellerin sıcacık bedenlerine sarılmasıyla aşka davet ediyordu. Yağmur altında yürüyüşler yaptırıyor, yıldızları saydırıyor, papatyalar toplatıyor, hatta evlenme teklif ettiriyordu. Ritimlerinin götürdüğü anıların, getirdiği hayallerin bilinçli gururunu omuzları daha bir dikleşiyor, yayları daha bir gerginleşiyor, tüm ihtişamıyla müziğin o eşsiz güzelliğini yaratıyordu.
Kemançe, metini çok duyduğu, aşıklar enstrümanı olarak bildiği kemanı ilk görüşte aşık olmuştu. Kendisi de yağsız selvi ağacının, düzgün damarlı, budaksız olanından yapılmıştı. Kusursuz bir cilası vardı. Keman bir genç kız edasında güzel ve çekiciyse kemançe de yakışıklı ve havalıydı yani. Tırnak kemane, klasik keman olarak da adlandırılan kemançe, perdesiz ve tırnak ile çalınan kemençe sesiyle hiçbir benzerliği olmayan bir çalgıdıydı. İcrası çok zordu ve uzun yıllar çalışmayı gerektirirdi. Tırnaklar, tellere soldan değdirilerek notalara ulaşılıyordu. Perdelere sol el ile basılıp, yay sağ el ile tutuluyor; diz üstünde ya da iki diz arasına alınarak çalınabiliyordu. Şu an onu dizleri arasında kemançeyi sabit tutup, yay açısını değiştirerek teller ile teması sağlayan bakımlı, duygulu ve yürekli bir gönül adamının ellerindeydi. Tüm yeteneğiyle ve tüm güzelliğiyle sadece keman için harikalar yaratıyordu. Her detayı farklı bir mana taşıyan rüyalar gibiydi, yüreği titretiyordu. Gözleri kemanda, ruhu yayı tutan ellere ilham olmuş bir şekilde coştukça coşuyordu. Dans edercesine özenli ve keyifliydi. Gözlerine bakıp, kokusunu hayal ederken başı dönüyor, başı dönüp heyecanlandıkça sanki şahlanıyor, daha bir duygu katıyordu müziğine. Göklere çıkarıp zirveye ulaştırdığı notalarını, süzülerek iniş yapan martı misali kademe kademe hafif bir ritme indi. Diğer kemanlara, orkestraya göz attı. Kemanına başka bakan var mıydı kontrol etmek istedi. Şimdiden sahiplenmişti. Piyanoyla göz göze geldiler, hafif gülümseyerek başını salladı piyano tüm yıllanmışlığıyla şahit olmuştu onayladığı her halinden belli aşkıma. Başını çevirdi tam kemana çapkın bir bakış atacaktı ki, kemanın da kendisine baktığını gördü. İşte olmuştu, uzun kirpiklerini süzerek alımlı alımlı, manidar manidar göz süzüyordu keman. Ritmini iyice düşürdü, kemançe doruklara çıkmayı bırakıp daha romantik, daha duygusal sesleniyordu. Ruhuna hitap ediyordu kemanın. Orkestra şefinin bitiş hareketiyle, bir alkış koptu, takdir edilmenin ve emeğe saygının, hayranlığın verdiği bir edayla, mütevazi bir gururla eğilip selamladılar. Kalın, bordo perdeler bir ihtiyarın yürüyüşü  gibi nazlı nazlı, ama  toz kaldırarak kapandılar. Işıkların da etkisiyle iyice sıcak olmuştu salon. Alkışların durması, perdenin kapanmasıyla beraber bir korku ve tedirginlik başladı kemançede. Şimdi ne olacaktı? Ne güzel bakışıp, kur yapıyorlardı birbirlerine. Hiç zamanı değildi ayrılmanın, bitirmenin diye içten içe yakınırken kendisini çalan ‘kemani’ adam, emin adımlarla aşık olduğu kemanı çalan o zarif kadına doğru, sevdalandığı kemana doğru yürüyordu. Yakınlaştıkça daha da güzel görünüyordu keman, aşkı katmerlendi, kalbi yerinden çıkacak gibiydi, en büyük konserlerde bile bu kadar heyecanlanmamıştı. İşte durdu, yan yanalardı. Adam, kadına “aşağıda bir kahve içelim mi?” diye sordu. Kemançe artık ne olacağını kestiremiyor, hiçbir şey düşünemiyordu, gözleri kemanda öylece durdu. Kahve teklifi biraz utanarak ama daha çok memnuniyetle kabul edilince kemanla kemançeyi kılıflarına bile koymadan, birbirlerine temas edecek şekilde yan yana bıraktılar ve gittiler. Keman ve kemançe elma şekerini yiyen bir çocuğun aldığı masumane hazla, aşk sözlüğünü kurcalarken, anlaşılan o ki, bu konçerto da doğan tek aşk onlarınki değildi…
AYŞEN BOZKUŞ