31 Aralık 2011 Cumartesi

OPERA KOMİK

Oyun Tanıtımı;
Bizet'nin yeni operası Carmen'in açılış gecesi Opera Komik'teyiz. Ünlü besteci, ahbapları, rakipleri, revü şarkıcıları ve saygın ailelerden oluşan bir topluluk heyecanla yeni eseri beklemektedir. Oğlunu soylu bir aileden bir kızla evlendirmek isteyen bir yeni zengin ile kızlarının paralı biriyle yuva kurmasını isteyen soylu aile için Opera Komik, gençleri tanıştırıp kaynaştırmak için oldukça uygun bir mekandır. Ama sahnede Carmen operası sürüp giderken, asıl tiyatro fuayede ve localarda oynanmaya başlar. Gerçek yaşamda olanlar, Carmen'in öyküsünden çok daha aşırı ve abartılıdır. Opera Komik, izleyenleri 19. yüzılın Parisinde bir geceye davet ediyor.
Delet Tiyatroları'nda oynayan Opera Komik bu yılın izlediğimiz son oyunu olurken, Cevahir'de izlediğimiz ilk oyundu. Oyunu fotoğraflara vurularak, internetten satın aldım. Öncelikle salonu yorumlamak istiyorum. Salon1'in gayet geniş ve rahat olduğunu duydum ama Salon2'ye özel davet gönderseler dahi bir daha gitmem. Çok dar koridor-cukları vardı. Biz 6. 7. sıradaki koltuğumuza otururken diğer 5 kişi yerlerinden kalkmak zorunda kaldılar. Aynı şeyi salondaki tüm herkes yaşadığını gördük. Oyun esnasında Salon1'deki oyunun müzik sesleri gelmesi de rahatsız etti. 

Oyuna gelirsek, 45'er dakikalık iki perdelik oyuna ben sadece fotoğraflara ve ismine odaklanıp gittiğimden olsa gerek çok da umduğumu bulamadım. Olağan üstü bir performans izleyip gülmeyi, iyi müzikler dinlemeyi planlıyordum. Ancak salon olarak pek gülmedik. Opera Komik çok da komik değildi maalesef. Oyun içinde oyun uygulamasında müzikler çok hoş olmadı. Fonda verilmesi gereken arka oyunun uğultu teması rahatsız etti. 
Muhteşem gösterişli bir dekor hakimdi. Kostümler tamamen göze hitap ediyordu. Döneme uygun, cıvıl cıvıl, renk renk, çok beğendim. Sonuç olarak oyun güzeldi,ama 
                                                                                                       güldürmedi, Opera da dinletmedi. 
İsminde vaadettiği hiç bir şeyi alamadım. Oyun opera dinlemeye ya da gülmeye odaklanmadan gidilirse beğenilir. Kısa olduğu için sıkmıyor, değişik. 90 dakikam ziyan oldu diyemem, gidip görmelisiniz de diyemem. Arada derede bir şey işte;)









29 Aralık 2011 Perşembe

BİR GÜN / DAVID NICHOLLS

Benim için çok satanlar listesine aldanmamak gerektiğini haykıran bir kitap Bir Gün. 536 sayfayı sırf son bölüm için sıkılarak okuduğumu söylemeliyim. Dili zaten karmaşık ve kitabın çoğu sıkıcı geldi. Sıkıcı geldi demek bile az, içim karardı, daraldım. Filmi çıktığında ilgilenmedim bile. Belki yönetmen eli, ses ve görüntü teknolojisi mucivezi dokunuşu, müziklerle süslenen sahnelerle güzel film yapılmıştır bilemem. Konu sonu acı, ama güzel bir aşk hikayesi. Kısa öykü olarak yazılsa okunası. Ama maalesef romanlaştırılan bu kitapta mektuplar ve gereksiz konuşmalarla uzatılmış satırlar beni sarmadı. Kitabı ben mi zamansız okudum diye biraz araştırdım. Neyse ki, benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunu gördüm. Okuyup zaman kaybetmeyin derim

ÖNCE EKMEK / ORHAN KEMAL

Orhan Kemal'in 1968'de yazdığı Önce Ekmek, 1969 yılında Sait Faik Hikaye Amağanı'nı ve Türk Dil Kurumu Hikaye Ödülü'nü kazanmış. Orhan Kemal'in kullandığı yerel dil gözlemleme gücünün kuvvetiyle birleşmiş. Yaşam amacı ne olursa olsun herkesin derdinin ekmek davası olduğunu sokağın dilini kullanarak vurgulamış. Küçük, kısa ama dolu öyküler var kitabın sayfalarında. 43-44 yıl önce yazılmış tasvirler ve bakış açısına rağmen tanıdık, bildik bir şeyler bulacaksınız cümlelerde. Ben severek okudum. Sizle de küçük bir şeyler paylaşmak istiyorum;

Rüzgar acıydı, sertti, savuruyordu sulu sepkeni İstanbul'a. İstanbul, kararmış tahtaları, yıkıldım yıkılacak evleri, birbirini kesmiş ara sokaklariyle sinmişti. Titriyordu sulu sepken, acı rüzgarlar bindirdikçe. İçine kapanmıştı...
Ana cadde boydan boya uzanıyordu., tenha. Dolmuşlarla otobüsler sokulmuşlardı titreşerek kovuklarına. Üşüyordu İstanbul, titriyordu. Daha şimdiden zar kadar ince bir buz kaplamıştı eski İstanbul'ları hatırlatan 963 yılı İstanbul'unun yüzünü. Yıkıldım yıkılacak evlerin karanlık pencereleri korkuyla bakıyorlardı bozuk parkeli, dar sokaklara.

-Gözünü seveyim içerinin.

-Hem de izmaritler kefal gibiydi. Eski Demokratlar yarım yarım atarlardı cigaraları.

Tıngırı yoktu şu sıra. Ama çabucak kartı götürüp, Çemberlitaş sinemasından paraları alıp gelmesi de gerekli. Eskiden ne iyi, tramvaylar vardı. Ne diye kaldırmışlardı sanki tramvayları? Mangır nanay mı? Tırıl mısın? İşin acele mi? Atla bu kapıdan, biletçi gelirken in, bekle arkadan gelecek tramvayı, daha olmazsa asıl ardına. Biletçi mi geldi? Elindeki tahta kutusuyla eline mi vuruyor in diye? Elin acırsa salıver kendini yere. Otobüsler bir belâ. Cebinde elli yok mu? Kaçılmaz da. Atlanmaz da. Madara olduktan başka biletçi işi uzatabilir de.


-Siyasal Bilgiler'i bitirmiş mi?

-Ne bileyim yahu? Bizim mahallenin bütün kızları bitiyor ona!
-Benim halam bitmez!

GİZLİ KALMIŞ BİR İSTANBUL MASALI / ALİ TEOMAN

Murat Gülsoy, Yekta Kopan ve Ayfer Tunç Can Yayınlarının sponsorluğunda İKSV'de önceden belirlenen yazarları ve kitaplarını/öykülerini tartışıyor. Kasım ayında, Mart 2011'de aramızdan çok erken ayrılan Ali Teoman'ın Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı kitabını konuştuk. İnce kitap birbirinden ayrı, aynı zamanda göndermeleriyle birbiriyle bağlantılı üç hikayeden oluşuyor. Kitap 1991 yılında Haldun Taner öykü ödülünü almış. Ancak Ali Teoman kitabı yarışmaya Nurten AY adına göndermiş ve ödülü Nurten Ay almış. Olay 2007 yılında ortaya çıkmış.Ali Teoman bunun kendi isteğiyle düzenlenmiş bir oyun olduğunu belirterek şu açıklamayı yapmış: "Bu adi dolandırıcılık değil, yazınsal bir oyundur. Nurten Ay bir kaç kez oyunu bırakmak istedi. Onu ikna ettim. Bunca yıl açık vermeden bana yardım ettiği için kendisine teşekkür ederim." demiş. 49 yaşında kaybettiğimiz Ali Teoman usta bir kalemmiş. Özellikle yazma işine gönül verenlerin lime lime ederek okuması gereken kitaplardan birisi.
Murat Gülsoy İksv'deki o etkinliğin videosunu da eklemiş, linkte bulabilirsiniz.
http://muratgulsoy.wordpress.com/2011/12/14/ali-teoman-gizli-kalmis-bir-istanbul-masali/

BEYOĞLU RAPSODİSİ / AHMET ÜMİT

Twitter takipçilerim bilir. Biraz sıkıntıyla, isyan iletileriyle okudum Beyoğlu Rapsodisini. 200.sayfaya kadar ruhsuz, bildik bir hikaye dinledim, ee, ne var yani dedim. 200'den sonra hikaye öyle bir başladı ki, elimden bırakamadım.390 sayfalık kitap şimdiye kadar okuduğum kitaplar arasında en şaşırtıcı son unvanını hak etti. Kitabın sonunda öyle çok şaşırdım ki, hemen herkesten şüphelenmeme rağmen, katil o ana kadar düşünmediğim, asla da düşünmeyeceğim tek kişi çıktı. Polisiye anlamda kitabın son %50si oldukça başarılıydı.
Ahmet Ümit hikayesini anlatırken okuru Beyoğlu'nu yeniden keşfe çıkartıyor. Bilindik, bilinmedik, sokaklara, binalara, restoranlara, kafelere  götürüyor, zaman zaman da binaların tarihini fısıldamaktan geri kalmıyor. Bu konuda ise gayet başarılıydı.

VENEDİK'TE ÖLÜM / THOMAS MANN

Bazı kitaplar ne anlattığından çok yazarın nasıl anlattığıyla ön plana çıkar. Venedik'te Ölüm oldukça çarpıcı bir konu anlatmasına rağmen bana göre Thomas Mann'ın nasıl anlattığıyla parlayan bir uzun hikaye. İnce bir kitap olmasına rağmen yazar konuya biraz geç bir giriş yapmış. Konu itibariyle seyahate çıkan bir yazarın aşkın doğrusu yanlışı olur mu diye irdelemeden çocuk sayılabilecek yaştaki bir Polonyalı turiste duyduğu platonik aşk.(arka kapakta konu detayıyla verildiği için yazıyorum konusunu) Nasıl anlattığına gelince Nobel Ödüllü Alman Mann yazar sizi Venedik'e götürüyor, sandal da gezdiriyor, otel lobisinde kahvaltı yaptırıp gazete okutuyor, sahilde bir çocuğu gözetletiyor, Venedik sokaklarında gezdiriyor ve son olarak tutkunun eseri ediyor. Tasvir ve orada bulunma duygusunu vermede oldukça başarılı olan yazar, normal hayatta sapıkça bulacağınız, karşı çıkacağınız bir aşkı anlamaya itiyor sizi. Saygıyla ve anlayışla yaklaştırıyor. Sonunun kitabın adından da belli olduğu, buna rağmen merak adilen, nasılı anlamaya çalıştığınız Venedik'te Ölüm başlarda sıkılabileceğiniz, ağır ilerleyen, sonrasında seyri değişen bir kitap. Edebiyatla, yazıyla ilgilenenlerin özellikle okuması gereken bir eser

UÇURTMA AVCISI / Khaled Hosseini (Halid Hüseyni)

Yeniden iyi olmak diyordu Rahim Han, Emir'e. Böyle başlıyor kitap. Sonrasını Emir'den dinliyoruz. 2007'de filmi de çıkan Uçurtam Avcısı, her sayfasında arkadaşlık, ihanet, dostluk, ihanet, sadakat kavramlarını sorgulayacağınız, isteseniz de unutamayacağınız bir kitap. Öyle gerçekçi ki, kendimi bir Emir'in bir Hasan'ın yerine koyup vicdan azabı yaşadım, üzüldüm, sevindim, kıskandım, canım acıdı, ağladım, küstüm, affetttim, aşık oldum, isyan ettim, korktum, kaybettim, kazandım ve ve ve daha niceleri. Kısacası duygudan duyguya sürüklendim. Filmini izlemedim, kitabın tadını verip vermeyeceğinden hala şüpheliyim, çünkü kitaptaki başarı muhteşem. Aslında sadece son dönemde bu yıl içinde okuduklarımı yazıyorum. Uçurtma Avcısı'nı 2010 yazında okumama rağmen paylaşmadan geçemedim. Burada yer alması gereken bir kitap diye düşündüm. Herkese okumasını önerdiğim, kitaplarımı paylaşmayı sevmememe rağmen hemen eline tutuşturup okumalısın bunu dediğim bir eser. Öyle ki, en son kime verdiysem geri gelmedi, kitaplığımda yeri boş hala. Eminim ki, alan kişi de bilinçli el koymuştur kitaba, öyle çok bağlanmıştır çünkü, dolayısıyla kızamıyorum. Üstelik bu kitap Afganistan doğumlu Amerikalı yazarın  ilk kitabı (2003) ve New York Times'ın en çok satanlar listesinde bir numaraya ulaşmış bir eser. Şimdilerde Bin Muhteşem Güneş adlı ikinci kitabıyla da raflarda yazar. Ben elimden bırakamadım. Müthiş etkileyici ve sürükleyici bir roman. Emir ve Hasan'ın hikayesini mutlaka okumalısınız, hatta lütfen okuyun lütfen

KÜÇÜK ARI /CHRIS CLEAVE

Uluslararası Bestseller olan bu kitabı okumadan önce psikolojinizi iyi hazırlamalısınız. Kitabın renginden, kapağından yansıyan sıcacık bir hikaye beklentisinde zaman zaman kanınızın donacağı buna rağmen seveceğiniz dramatik bir kitap Küçük Arı. Sürekli takipçilerim bilir. Kitap konusu vermeyi pek sevmem.Yazmaktan kendimi alamayacağım küçücük bir ayrıntı okuma hevesinizi kırabilir ya da merakınızı öldürebilir. Kitabın arka kapağında da 'Lütfen kitapta neler olduğunu anlatmayın, çünkü bütün büyü olayların akışında' yazılı. Gerçek adı Udo, yani Barış anlamına gelen göçmen bir kızın hikayesi Küçük Arı. Kitabın yazarı Chris Cleave karakterlerin hayal ürünü olduğunu söylemekle beraber mülteci merkezlerinde görüştüğü ilticacıların ifadelerine dayanarak kurguladığını da eklemekte. Gerçeğin gölgesindeki küçük yüreklerin yaşadığı acılara hazır mısınız? Udo'nun yani Küçük Arı'nın hikayesini öğrenmelisiniz, unutamayacaksınız

ÖLÜ RUHLAR ORMANI/ JEAN CHRISTOPHE GRANGE

Koloni, Siyah Kan ve filmi de çekilen Kızıl Nehirler'i de duymuştum, ama Grange ile ilk baskısı 50.000 adet basılan bu son kitabıyla tanışmak nasip oldu. Diğer kitaplarında da hep bir katil söz konusuymuş. Ama bu kitaptaki katilin farkı yamyam olması. Koparılmış, yenmiş, kollar, bacaklar, cinsel organlar, itinayla akıtılan kanlar, parçalanmış kafataslarına rağmen elinizden bırakamayacağınız bir gerilim sizi ekliyor. Arjantin, Nikaragua, Şili'ye dair tasvirler, ülke yönetimi, coğrafyası, katliamlar, insanların yaşam tarzlar ve geleneklerine, alışkanlıklarına dair verdiği bilgilendirici ayrıntılar çok hoştu. 460 sayfalık bu kitap öyle akıcı ki, okumaktan gözleriniz ağrıyacak ve bir kaç gün içinde bitireceksiniz. Sonunu bu kadar çok merak ettiğim nadir kitaplardan biri. Çoğunlukla konuları yazmıyorum. Bu kitap için de arka kapak yazısını ekliycem sadece. Jean Christope Grange ile tanışmak için de, düşünmeden film tadında bir kitap okuyayım dediğinizde de güzel bir alternatif. Bu tarz kanlı, cinayetli gerilim sevenlere  tavsiyedir.
ARKA KAPAK
Genç ve yalnız bir kadın olan Yargıç Jeanne Korowa, tesadüfen şahit olduğu bir psikiyatri seansı sayesinde Paris’te işlenen tüyler ürpertici seri cinayetlerin failini keşfetmiştir. Ama elinde hiçbir kanıt yoktur ve katilin peşine tek başına düşmek zorundadır. Böylece Guatemala, Nikaragua ve Arjantin’de soluk soluğa ve kanlı bir takip başlar.

26 Aralık 2011 Pazartesi

BABA VE PİÇ/ ELİF ŞAFAK

Fransızlar'ın sözde Ermeni soykırımı ile ilgili yasa tasarısı, Türkiye'nin karşı çıkışı, boykot etmeler gündemde olunca Elif Şafak'ın daha önce okuduğum Baba ve Piç kitabını hatırlattı bana. Yazar'ın 2006'da çıkan bu kitabı AŞK'dan sonra okuduğum ikinci eseri. Biri Amerika'da yaşayan bir Ermeni, diğeri Türkiye'de yaşayan bir Türk. Birbirinin emsali iki genç kızın kesişen tesadüfi hayatlarında Türk-Ermeni ilişkilerine her iki cepheden bakılmış, Amerika'daki Ermeni diasporası ile Türkiyede'ki Türklerin birbirlerine bakış açıları Kazan ve Çakmaçıyan aileleri arasında incelenmiş. Türk -Ermeni sosyal yaşamı incelenmiş. Türklerle Ermeniler arasındaki ortak kültürlere değinilmiş. 
Kitap yorumlamak adına; Elif Şafak ensest bir ilişki gölgesinde büyüyen hikayesinin sonundaki kan bağı ve tesadüfler çok abartılı gelmekle beraber kitabın başındaki küfürler de sırf bir karakter çizmek adına gereksiz fazla geldi, diyebilirim.
 Bunlar dışında kitabı beğenmekle beğenmemek arasında kaldım, çünkü bir Türk olarak beni rahatsız eden, kabul edemeyeceğim cümleler oldu.Lakin Şafak öyle bir merak uyandırmıştı ki, ön yargı kurbanı olup da kitabı elimden bırakamadım. Bu cümleleri ve kitabı araştırırken Şafak'ın bu kitapla ilgili dava edildiğini, 21 Eylül 2006 tarihinde Beyoğlu Adliyesi'nde görülen davada "suçun yasal unsurlarının oluşmadığı ve delil bulunmadığı" gerekçesi ile beraati ile sonuçlandığını öğrendim. Davada belirtilen cümlelerle altı çizili cümlelerimin ortak oluşunu şaşkınlıkla fark ettim. Bunları paylaşmak ve yorumu size bırakmak istiyorum; 
1...Bütün akrabalarını 1915'te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir sülalenin torunuyum (Sayfa 63)
2... Sen kalk gel Ortaasya'dan, dal dosdoğru Anadolu'nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler! Orada yerleşik olan milyonlarca Ermeniye ne oldu peki? Asimile edildiler! Eridiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular! (Sayfa 65.
3... Sıradan Türklerle ne konuşacaksın eğitim görmüşleri bile ya Milliyetçi ya cahil (Sayfa 130)
4... Ayaşta sağ kalan olmamış Çankırı'ya götürülenler de peyder pey öldürülmüşler... Sopalarla, balta saplarıyla dövülmüşler. Bazıları açlıktan ölmüş bazıları da öldürülmüş (Sayfa 170-171)
5... Türklerdi 1915'te bunları Ermenilere yapanlar (Sayfa 172)
6... 1909 Adana katliamlarından ya da 1915 tehcirinden... bunlar sana bir şey hatırlattı mı? Ermeni soykırımı diye bir şey duymadın mı hiç? (Ssayfa 185-186)
7... Toprağımızdan kovulduk, eşyalarımızdan olduk, hayvan muamelesi gördük, koyun gibi kesildik. Doğru düzgün haysiyetli bir ölüm bile esirgendi bizden. (Sayfa 192)
8.... Erkek bırakmıyorlar ortada. Silah arama bahanesiyle Ermenilerin evlerine girip sonra da yağmalıyorlar"



Dava açılan bu cümlelerin dışında dikkatimi çekenler ve yazarın olaya Türk cephesinden bakış cümleleri de vardı;
 1....belki de kendine acımak Ermenilerin sık sık yaşadığı bir derttir, sonucuna vardı... (sayfa185)

 2...."toplu histeri diye bir şey varsa toplu hafıza diye bir şey de vardır. Ermenilerin histerik olduğunu filan söylemiyorum, yanlış     anlamayın....Bir hikayeyi tekrar tekrar dinlersen, anlatıyı içselleştirirsin.İçselleştirdiğin anda da başkasının hikayesi olmaktan çıkar. Hatta hikaye bile olmaktan çıkar, gerçek olur, senin gerçeğin. Kendi gerçeğinmiş gibi canını dişine takıp mücadele edersin. Bu yüzden yirmisine gelmemiş bir sürü Ermeni-Amerikalı, dedelerinin ninelerinin anlattıkları hikayeleri bu kadar derinden yaşıyorlar. Zamanda donmuş bir anlatı...." (sayfa 217)

 3....Ama o zamanlar savaş zamanıydı iki taraftan da insanlar öldü Ermeni isyancıların ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikâyenin öteki tarafını düşündün mü hiç? Eminim düşünmemişsindir. Acı çeken Türk ailelerine ne diyeceksin?... Türk Devleti bile yokmuş (Sayfa 215)

 4....Ermeni iddiaları abartı ve çarpıtma üzerine kurulu, yapmayın bazıları iki milyon Ermeni öldürdüğümüzü bile söylüyor. Aklı başında hiçbir tarihçi bunu ciddiye alamaz (Sayfa 216)

 5....Küçük Şuşan'ı yakınlardaki bir Türk köyünden iki kadın buldu... Altı ay boyunca bu ana kız ona kendi çocukları gibi baktılar (Sayfa 247)

 6....Günümüzde Türklere laf eden bir sürü Ermeninin olması, Osmanlıların onları fazla rahat bıraktığının açık bir kanıtıydı (Sayfa 269)

Davayla ilgili Elif Şafak'ın ifadesinde, 'bu kitabı yazmaktaki amacının Türklüğü aşağılamak değil tam tersine Türkler ve Ermeniler arasında insancıl ve barışçıl ortamın yaratılmasına katkıda bulunmak olduğunu, romanın edebi bir eser niteliğinde tamamen kurgusal ve hayal ürünü olduğunu söylemektedir'' bilgisine de ulaştım,yorum sizin

22 Aralık 2011 Perşembe

MİMlendim;) AYŞEN ILGIN HAKKINDA 7 GERÇEK

İlk kez mimlendim, hem de sevgili kalemdaş twitfriend arkadaşım Edebi Tutku'nun listesinde ilk sırayı alarak. Edebi Tutku blogunun  http://edebitutku.blogspot.com/2011/12/hakkmda-7-gercek.html?spref=tw sayfasında, kendi hakkındaki 7 gerçekten bahsederken bizden de aynı itirafı/ samimiyeti istemiş. Biraz düşündüm ve bunlar çıktı kalemimden. Bakın ben neymişim;)

1.Kitaplardan, kitaba eşlik edecek kahveden ve yaşam sebebi olabilecek mükemmellikteki çikolatadan vazgeçmem söz konusu dahi olamaz. Onlarsız bir hayat düşünemiyorum.




2.Her ne kadar insanlara ilk bakışta burnu havada izlenimi versem de daha sonraları bunu bana itiraf edebilecekleri kadar sıcak, samimi ve dostane ve konuşkanımdır. Ama sevdiklerimi paylaşamama gibi de bir yanım vardır ki, kendinizi çok sevdirmeden önce bunu göze alın diyerek bu pembe kıskançlığı hemen geçiştiriyorum;)


3. Çok sosyalimdir. Ajandamda hep bir şeyler vardır. Ya dışarıda olurum ya da misafirim vardır. Pat diye gidilebilecek biri değilimdir. Öyle durumlarda kapıda kalınma ihtimali yüksektir. Buna rağmen dönem dönem melankolikliğim tutar. İki gün dışarıda insanlarla iç içe isem üçüncü gün evde yalnız kalırım, kimseyi görmek, konuşmak istemediğim zamanlarım olur. Tüm özelliklerini taşımasam da balık burcuyum (kesinlikle sulu göz ve aşırı duygusal değilim) Balık burcu olan arkadaşlarım bu ruhsal değişimleri daha iyi anlayacaklardır


4. Gezginim demişken, ciddi gezginlerdenim. Her zaman hazırda küçük tatil planlarım vardır. Tatile denize, kuma güneşe herkes gibi ben de bayılırım. Lakin benim kasdettiğim tatiller değişik yerler, farklı kültürler, insanlar tanıyıp, tarihi dokulara el uzatıp, bambaşka tatlar almaktır. Doğayla iç içe olup, orman içinde yürüyüş yapmaktır. Bir an hiç hesapta yokken çıkıp bir yere gidebilirim. Hiç bir şey yapamasam İzmit'e, Maşukiye'ye, Ağva'ya, Bursa'ya kaçarım. Fazlasına gerek yok yol ve yemek parası ha bir de zaman olsun yeter;) O da olmadı arada bir Boğaz çağırır biri, İstanbul'u turlarım, biraz trafikte bezer, denize karşı bir çay içerim, hiç bir şeyim kalmaz. Anlayacağınız benim ruhum gezgin


5. Tiyatro izlemeye bayılıyorum, oyuna gitmediğim zaman hayatımda bir eksiklik hissediyorum. Bloğumda da paylaştığım kadarıyla biraz resim yapıyorum. Uzun yıllar şiir yazdıktan sonra son bir senedir öykülerle haşır neşirim. Laf aramızda bir de roman yazıyorum. Bitirip yayınlatmak kısa dönemdeki hedefim. Lakin ve hasbelkader, saklı seçilmiş benim sözcüklerimdir, kendilerini pek severim


6. Her şeyi bilmek, her şeyden haberdar olmak istemek gibi bir takıntım var. Ukala kesinlikle değilim, sadece kendimle yarış içindeyim. Bilmediğimi söylemekten, sorup öğrenmekten asla gocunmam, sadece içten içe biraz kendime kızarım:D Ayrıca şanslıyımdır. Her zaman korunup gözetildiğimi hissederim. Hayat sana teşekkür ederim


7. Twitterımı, henüz yeni olan bloğumu, kalemimi, ailemi, sanal ortamın kazandırdığı arkadaşlarımı çok seviyorum. Yarim İstanbul diye hitap etmekten keyif aldığım şehrime, izlemeye doyamadığım, ruhumu dinlendiren denize ve kocişime aşığım.


Sıra sizde diyeceğim ama herkes birbirini mimleyince bana sahaf arkadaşım butik kitabevi sahibesi Ayça ve kitap kulübündeki gizem kaldı sadece;)
 Lütfen yazdıktan sonra siz de başkalarını mimlemeyi unutmayın
http://butikitabevi.blogspot.com/
http://gizemunsal.blogspot.com/ 

14 Aralık 2011 Çarşamba

YAĞLI BOYA RESİMLERİM

Sanat hiç bir zaman tek taraflı olmazmış. Yazmaya başlamadan önce sırf can sıkıntısından ve hiç aklımda yokken çizmeye, boyamaya başlamıştım. Henüz kendi hayalimdekini tuvale, kağıda dökmeye başlamasam da röprodüksiyon, yani var olan bir sanat eserini aslına uygun, bakarak tekrar resmetme tekniğiyle aşağıdaki çalışmaları yaptım. Şimdi evimin duvarlarını süslüyorlar. Ben onları çok sevdim, umarım siz de seversiniz





Bu resim henüz bitmedi, Şovalemde son rötuşlarını bekliyor, yine de dayanamayıp buraya ekledim,bitince güncellerim artık

PASTEL BOYA ÇİZİMLER

Hep sevmişimdir atları. Bu at resmi de pastel boya tekniğini öğrenirken ilk eserim oldu. Biraz hatalar olsa da çok seviyorum kendisini



KARAKALEM ÇİZİMLERİM

İmzamı eklememiş olsam da her biri benim kalemimden çıktı. Bunlar da röprodüksiyon çalışmadır. Ruhumu rahatlatıyor, beni dinlendiriyor resim, biraz yeteneğiniz varsa kesinlikle tavsiye ederim.




 Bu bebek resmi, annesi tarlada çalışırken kundağıyla ağaca asılmış bir bebeğin resmidir. Resmederken sadece bu masum bebeyi çizmeyi tercih ettim

AYIŞIĞINDA ÇALIŞKUR/ HALDUN TANER

Çalışkur hikayenin geçtiği sokaktaki apartmanın adı. Her bir katında yaşamlarını idame ettirmelerini sağlayan ya da alışkanlık haline getirilmiş etik olmayan üstünü örttükleri karakterlere sahip sosyete komşular oturmakta.Gece yarısı, ay var gökyüzünde. Mahallenin bekçisi Zülfikar'ın ek binada Nuri ile sözlüsü Melahat'ın sözüm ona seviştikleri gerekçesiyle ortalığı velveleye vererek, karakola götürmek istemesinden çıkan bir tartışma anlatılıyor. Olay her biri ahlak bekçisi kesilen, kendi çarpıklıklarını unutup başkalarına dil uzatan meraklı komşuların da bakış açılarından süzülüyor. Yazar ilk baskısı 1970'de yapılan bu 30 sayfalık uzun hikayeyi sözde yayınladıktan sonra yüzlerce mektupla yorum ve itirazlar alınca hikayeye, eklemeler, çıkartmalar, düzeltmeler yapmak zorunda kalıyor. Sonuç olarak da hikayenin eski haliyle yeni halinin sayfa sayfa ardışık bir şekilde tekrar basıyor. Bu bölümün sonuna da Epilog ve Sonucun Tepkileri ekleniyor.
Tasvirleri, gözlemleri ve okuru hikayenin içine hapsetmekle ustalığının dışında Haldun Taner, bu denemesiyle de herhangi bir edebiyat tekniğinde yazarla okurun algısı ve zevkleri arasındaki farkı göstermesiyle de orjinaldir. Değişik bir deneyim, farklı bir bakış açısı. Haldun Taner okumak isteyenlere mutlaka öneririm

BİR DE BAKTIM YOKSUN / YEKTA KOPAN

Mahallenin kedisi Goncagül'ün kaybolmasından sonra kahramanımızın onu bulmak için tüm mahalleyi dolaşması ve sonunda çocukluk anılarının toplandığı Yeşil Ev'e ulaşmasıyla başlıyor 6 öykülük 160 sayfalık kitap. Öykülerin isimleri; Sarmaşık, Portobello 22, Kırmızı, Battaniye, Kertenkele, İyi uykular. İlk öyküde kahramanımız Goncagül'ü unutup ölen babasıyla diyalog kurup, konuşabildiği bir mekana dönüştürüyor zihninde Yeşil Ev'in yeşil bahçesini. Yekta Kopan'ın tüm kitaplarında babaya gönderme mutlaka vardır. Ama okuduklarım arasında baba temasının en yoğun işlendiği kitabı  Bir De Baktım Yoksun. Diğer öyküler tamamen bağımsız gibi görünse de bir bütünlük söz konusu, zaman zaman baba figürü gerilerden takip ediyor, bazen de tam ortasında duruyor. Kopan bu kitabıyla 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü ve 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü'ni kazandı. Hak etti deyimi daha bir layık olur sanırım. Kitap konusunu vermeyi sevmiyorum, bazen okuma hevesini öldürebiliyor, kaldı ki bu bir öykü kitabı. Ancak şunu söyleyebilirim ki, tüm öykülerde kaybedişin ardından yaşanılan boşluk doldurma çabasını sezeceksiniz. Yazma eylemiyle de bire bir etkileşim içinde bulunan biri olarak bir çok altı çizili cümlem oldu. Yekta Kopan çaktırmadan yol göstermiş sanki yazmayı düşünenlere, üstü kapalı taktikler gördüm satır aralarında. Onların dışındaki sevdiğim bir kaç cümleyi paylaşmadan önce kendinize bir iyilik yapıp bu kitabı okuyun demek istiyorum.

"Zamanı dondurma yeteneği olan bir ressamın yağlı boya tablosu gibi kalakaldık"

"Babamdan sonra kendisini iyice ruhani evrene vermiş, doksan dokuzluk tesbihinin dökülen tanelerini zeytin çekirdekleriyle tamamlayan bir annenin, gençlikteki heyecanını yitirmiş arkadaşların, eski çağların ya da uzak ülkelerin romantizminden çok uzak bir mahallelinin karmaşası içinde bir garip noktalama işaretiyim artık. Babam gitti. Melek de gitti."

"Babam herhangi bir duygu, karşı konulmaz sel misali aklının duvarlarına çarpa çarpa akmaya başladıysa ondan kurtulmak için yazmak zorundasın, derdi"

"...uzun bir cümlenin içinden geçer gibi geçtik İstiklal'den."

"İnsanın kendisine acımasından daha kolay ne var ki?"

"Hannibal'ın filleri resmi geçit yapıyor beynimde, derdi babam, çocuk aklımla ne demek istediğini anlamazdım; ne balı, ne fili, ne resmi? Fillerini merak etme baba, onlara iyi bakıyorum. Şu anda gürültülü, pis kokan bir taksinin ön koltuğunda beynimde tepişiyorlar."

13 Aralık 2011 Salı

DON KİŞOT- CERVANTES

Don Kişot'u bilirsiniz. Şovalye romanları okuya okuya şovalye olmaya özenen, yel değirmenlerine savaş açan kahramanımız. Seyisi Sanço Panza, aşkı Dulcinea Toboso, ve kendi gibi çelimsiz bir de atı vardır,Rocinante.

Twitter'da Yekta Kopan "Faulkner Don Kişot'u her yıl mutlaka bir kez okurmuş" yazmıştı. Ben de Roman türünün başlangıcı sayılan ve birinci bölümü ilk 1605 yılında yayımlanmış olan Don Kişot'u kardeşimin kitaplığından aldım. YKY tarafından 2004 yılında basılmış, ciltli, öyle güzel ki, oku beni diyor. Reşat Nuri Güntekin tarafından çevrilmiş, Gustave Doré'nin yaptığı gravürlerden seçilmiş resimlerle dolu bu kitabı hiç okumamış gibi büyük bir keyifle yeniden okudum, size de tavsiye ederim

"Okur" olacak kişinin mutlaka okuyacağı kitaplar arasında yer alır Don Kişot. Bir başka deyişle Don Kişot'u okumamış kişi "okur-yazar" sayılmaz.
Bu cümle kitabın arkasında yazıyor. Ne doğru bir görüş, üzerine daha ne denir ki...

12 Aralık 2011 Pazartesi

AZ - HAKAN GÜNDAY



Çok satan listelerinde hep üst sırada gördüğüm AZ kitabının arka sayfa tanıtımındaki kelime oyunlarını görünce ilgisiz kalamadım ve hemen edinip, büyük bir hevesle okumaya başladım. Açıkçası başlarda biraz sıkıldım, yazar etkilemek için biraz kasmış, aforizma kurmak için yer yer kendini parçalamış gibi geldi ve ön yargılarım oluştu, yarım bırakmayı bile düşündüm. Ancak Hakan Günday'ın hayal gücü öyle geniş ki, biraz karışık ve fazla tesadüf olmasına rağmen kompleks bir senaryo kurgulaması kitabı elimden bıraktırmadı. Anlatım zaman zaman yorsa da uyandırdığı merakla okumayı sürdürdüm. Ancak arka kapak yazısıyla çok bağdaştıramadım. Ben satır aralarında bu tanımdaki tadı, şiirsel anlatımı aradım. Keyifli bir aşk hikayesi okuyacağımı düşünerek aldım kitabı elime. İçindeki acılar, sürüklenişler beni benden aldı, hatta yok artık dedirtti. Yazarın Kinyas ve Kayra kitabı için duyduğum iltifatları AZ'a yakıştıramasam da genel olarak beğendim kitabı. Yine de alın mutlaka okuyun demeyeceğim


ARKA KAPAK;

AZ Küçük bir kelime, büyük bir roman.

Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az...

O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.

Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.

O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.

Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.

Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.

Senin ve benim gibi...


Kaldırılan ama sallanamayan bir el,
Gece defalarca prova edilmesine, notlar düşülmesine rağmen
  vedalaşmayı bilmeyen bir dil
Kirpik boyası akar da, beni hep bu yüzüme bulaşan renkle hatırlarsın diye
  düşmemek için sıkı sıkıya tutunan bir göz yaşı,
Özel günlere sakladığım, kullanmaya kıyamadığım inci kolyemin 
  takılıp da bir yere, saçılması gibi birer birer düşen umutlarım,
Güçlü görünebilmek için iyice sıkılan, ortası ayrık dişlerim
Ve yapay tatlandırıcı tadında kocaman bir gülümseyişle uğurladım seni
  benim için hep hasret anlamına gelen tren istasyonundan.
Ray ray, vagon vagon uzaklaştırırken makinist seni,
Sıradan  şeyler söyleyen son cümlelerin tren sesinin tokluğunda çınladı kulaklarımda.
Sana harita ve gittiğin şehrin kitaplarını aldığım yerden
  kendim için seçtiğim Sezen şarkıları kaldı artık bana
AYŞEN ILGIN

4 Aralık 2011 Pazar

ANAYURT OTELİ / YUSUF ATILGAN

Anayurt Oteli Yusuf Atılgan'ın okuduğum ilk eseri. En kısa zamanda Aylak Adam'ı okumak istemekle birlikte, az sayıda eserle kalıcı olabilen yazarı takdir ettiğimi söylemek isterim. Anayurt Oteli, basit, sıradan bir otelde aynı tek sadelikte monoton günler yaşayan Zebercet'in doğup büyüdüğü sonradan otele çevrilen konaktır. Zebercet bu otelin, sahibi, resepsiyonisti ve bekçisidir. Bir de kat temizliği ve yemek yapan yardımcı kadın vardır. Gecikmeli Ankara treniyle gelen adı dahi bilinmeyen bir kadın gelip bir gece otelde konaklar ve Zebercetin'in tümüyle birbirinin aynı olan günleri değişir. Yalnız psikolojisini bu kadar açık, anlaşılır işlerken, size çok iyi anlattığı artık hiç de yabancı olmadığınız otelin lobisinde oturtup, merdivenlerinde gezindiriyor. Başta dili ağır geldi açıkçası ama sonrasında Zebercet'in yaptıkları ve düşünce yapısıyla hareket kazanıyor. Yine de iç açıcı bir kitap okumak istediğiniz zamanda okumanızı tavsiye etmem. Zebercet'i unutamayacaksınız
Anayurt Oteli günümüzde MEB'nın belirlediği 100 Temel Eser arasında yer almakta. Ayrıca 1987 yılında Ömer Kavur tarafından da sinemaya aktarılmış. Henüz izleme fırsatım olmadı ama gelmiş geçmiş en iyi 5 filmden biri olarak sınıflandırıldığını okumumuştum. Aylak Adam'ı oku notumun yanına Anayurt Oteli'ni izleyi de iliştirdim

3 Aralık 2011 Cumartesi

DÖNÜŞÜM/ FRANZ KAFKA

Kafka'nın Dönüşüm'de Gregor Samsa'nın sabah uyandığında kendisini bir böceğe dönüşmüş olarak bulduğunun anlatıldığını sanırım bilmeyen yoktur. Kafka 1915'de yayımladığı bu uzun öyküsünde böcekleşen ama böcekleştiğini fark etmeyen bir çalışma toplumunu ve insanların farklı olanı dışlaması işlemiştir. Toplumun dayattıklarına baş kaldırının yine toplumun gözünde böcekleşmesi, istenmemesi, önemsenmemesi anlatılmış. Ne yazık ki buna kişinin ailesinin de dahil olduğu acı gerçeği de belirtilmiş. Öyle ki, işe gidemeyecek bir görüntüye sahip olduktan sonra çalışıp eve para getiremediği için ailesi de Gregor'un önüne gerçek bir hayvana yedirilen yemekleri, artıkları vermeye başlamıştır. Oysa ki, Gregor ağır çalışma şartları ve az ücrete rağmen, sırf ailesinin patronuna borcu olduğu için  hiç sevmediği o işte çalışmaktadır.
Kafka'nın anlatmak istediğinin dışında bunu nasıl yaptığı da öne çıkmaktadır. Hayatımda okuduğum, duyduğum en iyi betimleme desem mübalağa etmiş olmam sanırım. Kafka baştan sona tasvirle bezenen eserinde bunu öyle bir ustalıkla yapmış ki, bırakın sıkılmayı, ilginizin dağılmasını pür dikkat kesiliyorsunuz. Kendinizi Gregor'un odasında onunla beraber gezinirken, bazen de güvenlik kamerasından takip eder gibi izlerken bulacaksınız. Anlatı gücünün tavan yaptığı bir eserle karşı karşıyayız. Yazar da bunun farkında olacak ki, yayın evine kitap kapağında böcek resmi olmamasını özellikle tembihleyerek, hem o böcek siluetini okurun zihninde kelimeleriyle kendi örmek istemiş, hem de sadece böceğe takılıp kalınmamasını istemiştir. (Buna rağmen maalesef yayın evi ilk basımda kapağa kocaman bir böcek resmi koymuştur) Dönüşüm okunmuş olunması gereken bir uzun öykü. Kısa sürede okuyup, uzun süre etkisinde kalacaksınız

KÜRK MANTOLU MADONNA/ Sabahattin Ali

Sabahattin Ali'yle ilk tanıştığım eser Kürk Mantolu Madonna. Çok met edilen bir kitap olduğu için hemen edindim. Zaman karşı direnmiş ve de tüm zamanların insanını yakalayabilen bu kitabı merak etmemek mümkün değildi zaten. Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna'yı 1943 yılında yayımlatmış, hala gözde bir kitap. Tabi bu düşünceler çerçevesinde okumaya başlayınca beklenti de yükseliyor ve kitabın başlarında sıkıcı, hayatından bezmiş, vur başına al ekmeğini gibi silik bir karakterde olan Raif efendiyle karşılaşınca hüsrana uğradım. Tamam dili sade (yer yer yabancı kelime olsa da göze batmıyor, altta açıklaması var zaten) akıcı, anlatımı temizdi ama ben muhteşem Kürk Mantolu Madonna'yı arıyordum hala, zaten Raif efendiyle ne Madonna ne kürk manto uyuyordu. Biraz hayal kırıklığına uğramış, ama ödevini yapmakta direnen bir öğrenci gibi okumaya devam ettim. Çok geçmeden Raif efendinin günlükleri çıktı ortaya ki, öncesinde grilerle, kahve tonlarıyla tarif edeceğim Raif efendinin hayatı gözümde renk cümbüşü ve büyük bir meraka dönüştü. Baba mesleği olan sabunculukla ilgili daha çok bilgi toplamak, işin detayını öğrenmek için babasının Almanya'ya gönderdiği Raif efendi bir yılını dil öğrenerek geçirdiği pansiyondan resim sergisi gezmek için çıktığında gördüğü kürk mantolu resimle başlıyor her şey. Maria Puder'e Sabahattin Ali'nin deyimiyle Kürk Mantolu Madonna'sına olan aşkı, tutkusu ve peşinden gidişiyle Meğer Raif efendi neymiş dedirtti. Konuya dair çok bir şey yazmıycam, biraz merak kalsın içinizde. Gençlik, yaşlılık, yaşanmışlığın yorgunluğu nasıl da değiştirebiliyormuş insanı, bunu fark edeceksiniz. Sabırsız davranıp yanıldığım için biraz kendime kızarak, biraz da çocuksu bulduğum bu özelliğimden dolayı kendimle eğlenerek, büyük bir keyifle çok kısa bir zamanda, bitmesini hiç istemeyerek, tadı damağımda kalarak okudum Kürk Mantolu Madonnayı. Sabahattin Ali'nin kurgu ve diline olduğu kadar gözlem gücü ve insan psikolojisi bilgisine de hayran oldum. 160 sayfalık bu ince kitabı okumanızı ve baş ucunuzda bulundurmanızı şiddetle tavsiye ederim
**Kitaba adını veren Kürk Mantolu Madonna adlı tablo gerçek hayatta Andrea Del Sarto tarafından yapılmış olup, Madonna Della Arpie isimli tablodur. Şu anda da Floransa'daki Uffizi Galeri'de bulunmaktadır.


ARKA KAPAK;
Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."
Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. apıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor. 

SERENAD /ZÜLFÜ LİVANELİ



Konusu hakkında bir şey söylemiycem,zaten arka kapak yeterli bilgiyi verecektir. Ben bıraktığı etkiden bahsetmek istiyorum. Serenad'ı ilk metro koridorlarında gördüm ve kapağına, renklerine vuruldum. Çok satanlar delisi olmamakla beraber fiyatı biraz yüksek olmakla beraber (27TL) kitap alışverişi yaptığım sitenin listesinde görünce kendimi ödüllendirdim ve hemen aldım. Bilinen akıcı Livaneli diliyle ve kurgusuyla karşılaşacağımdan şüphem yoktu tabiki. Ama içerdiği yakın tarihe ait kimimizin bildiği, çoğumuzun bilmediği, unuttuğu gerçekleri tek tek önümüze seriyor diyemiycem, resmen suratımıza çarpıyor.  Bunu yaparken bir aşk ve müzik duygusuyla veriyor ki, gerçeklerin ağırlığı biraz olsun hafiflesin.  Zaman zaman kitabı kapatıp düşünme, sindirme ihtiyacı hissedecek, ama elinizden de bırakmak istemeyeceksiniz. İç içe değişik duygular yaşatacak bir deneyim. 2011 yılının aslarından Serenad. Kitap tavsiyesi isteyen herkese ilk önerdiğim eser. Anlayacağınız Zülfü Livaneli, Kapağıyla gözünüzü, notalarıyla kulağınızı, satırlarıyla hayal gücünüzü, gerçekleriyle tarih bilginizi doyuruyor. Okumadıysanız mutlaka hemen alıp okuyun. Alın diyorum çünkü kitaplığınızda bulundurmak isteyeceğinizden eminim


ARKA KAPAK
Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.

1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.

Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.

Okurunu sımsıkı kavrayan Serenad'da Zülfü Livaneli'nin romancılığının en temel niteliklerinden biri yine başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz dengesi.





2 Aralık 2011 Cuma

FÜREYA / AYŞE KULİN


Henüz dokuz yaşındayken Atatürk'ün defterine yazdığı iki cümleyle hayatı şekillenen, Türkiye'nin ilk seramik sanatçısı Füreya Koral'in yaşam hikayesi kaleme alınmış. Yazar diğer kitaplarında da olduğu gibi biyografik özellikli bu kitabında da aile büyüklerinin hayatını anlatıyor. Aynı zamanda Cumhuriyetin kurulmasında ve gelişmesinde etkili olan kişileri de anıp, daha da yakından tanıtıyor. Füreya Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin kızı. Yaşamı, aşkları, arzuları Ayşe Kulin'in arı, sürükleyici diliyle akıp gidiyor. Füreya Ayşe Kulin'in okuduğum ilk kitabı olmakla beraber bana yazarın diğer kitaplarına da kapıları açmış oldu. Keyif alarak okuyacak ve çok şey öğreneceksiniz. Sonuna eklenen, bahsi geçen kişilere ait gerçek fotoğraflara, başta değil de kitap bitince baktım. Hayal gücümde canlandırdıklarımla gördüklerimi kıyaslarken oldukça keyif alsam da fotoğrafların hayalimdekinden daha güzel, daha elit olduğunu da söylemem gerekir. O zamanları ve aileyi hafife almış gibi hissettiğimden de biraz utanmadım değil. Ayşe Kulin tüm yazdıkları okunması gereken bir yazar


                                FÜREYA KORAL'İN FOTOĞRAFI

YEŞİL PERİ GECESİ

Yazarın Kapak Kızı romanına konu olan Şebnem'in geri kalan hikayesini öğreniyoruz bu kitapta. Şebnem kitabın kapağında derin yeşil gözleriyle gözlerinizin içine bakan çarpan güzellikte çilli bir kız. Öyle ki adı da hiç tesadüf değil. Yeşil Peri, dünyanın en sert içkisi olarak kabul edilen ve yine dünyanın birçok ülkesinde yasak olan Absent içkisinin bir diğer adı (Alkol içeriği %70) Yakışıklı bir baba ile çok güzel bir annenin tek çocuğu Şebnem. Hayat o daha küçücükken mühendis babasının geçirdiği bir iş kazası sonucu malulen emekli olup, kalıcı çirkin görüntüsü ve sakatlığının ardından yaşama, kendine ve herkese küsmesi sonrasında da annesinin babasına ihanetiyle aslında yaşayacaklarına işaret vermişti. Yatılı okul günlerinden sonra  hayatının parçalanışı, kimsenin ona sahip çıkmayışı, güzelliğinin kıskanılmasıyla dışlanıp, hor görülmesi ve bir tutunamayış. Tüm bunlarla yalnız baş etmeye çalışan genç kız Şebnem'in kendinden ve ona elini uzatmayanlardan intikam almak isteyen bir kıza dönüşmesi. Kapak Kızı kitabında konu edilen Phoenix adlı bir erkek dergisine orta sayfa güzeli olarak pozlar vermesi, ilk ve tek aşkı Ali, daha derine düşüp dibi gören günler, ardından Osman’a duyulan aşka benzer duygular ve evlilik, peşinden kayın biraderi  o.çocuğu Teoman. 
Yeşil Peri Gecesi'ni elinizden bırakamayacaksınız. Ne Ayfer Tunç'un yağ gibi akan dili ne de Şebnem'in yaşadıkları buna izin vermeyecek. Kitabın sonundaki kaynakçada da belirtilen satır aralarına serpiştirilen şiirler ve şarkı sözleri de başka bir edebiyat keyfi katmış anlatıma. Fazla söze gerek yok muhteşem bir kitap. Kapak Kızı'nı okumasanız bile anlayacağınız, spoiler içermeyen tek başına da yeterli bir roman. Alın okuyun, sizde çok seveceksiniz


Arka Kapak Yazısı da şöyle;
Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüşün hikayesidir Yeşil Peri Gecesi.Modern toplumun ikiyüzlülüğüne, geleneklerin, alışkanlıkların zorbalığına direnen, "farkına varmış" ve bu nedenle acı çeken bir kadının, annesiyle hesaplaşamayan bir kız çocuğunun, okuyanı rahatsız eden ve belki de bu nedenle elinizden bırakamayacağınız öyküsü.Cumhuriyet elitlerinin düşkün kuşakları ile orta sınıfın can çekişen tutunamayanlarının karşılaştığı trajik bir karnavala dönüşen kapak kızının romanı, toplumun ve bireyin ruh haritasını en ince ayrıntısına kadar resmeden Ayfer Tunç'un güçlü anlatımıyla Türkiye'nin çürüyen yüzüne de ayna tutmaktadır."



1 Aralık 2011 Perşembe

Gizli Ajans / Alper Canıgüz



Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa… Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz kalpli ev arkadaşı Şaban… Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme ve dahası..
Tavsiye üzerine okuduğum ve bir günde bitirdiğim Alper Canıgüz romanı. H
ayatın içinden insan hallerinin olduğu gayet akıcı, komik, eğlenceli bir kitap

KAPAK KIZI /AYFER TUNÇ



Çok satanlar listesinden sonra bir çok arkadaşımın elinde gördüğüm Yeşil Peri Gecesi kitabını aldığımda, bu kitabın spoiler içermese de Kapak Kızı'nın devamı olduğunu öğrendim ve hemen bu kitabı edindim. Böylece Ayfer Tunç romanlarıyla da tanışmış oldum. Daha önce bir kaç öyküsünü okuduğum ve tanımlamalarına, bıraktığı etkiye, gözlem gücüne hayran kaldığım yazar romanında da beni hayal kırıklığına uğratmadı. Gayet yalın bir dille aynı tren vagonundaki birbirini tanımayan üç kişinin gözünden ünlü olmak için soyunan kapak kızını irdeleyenlerin iç hesaplaşmalarında kendinizi bir tren vagonunda bir kapak kızının hayatında bulacak, insanların vicdan muharebesini izleyeceksiniz. Romana farklı bir kurgu hakim olurken insan psikolojisi de çok iyi işlenmiş. Önce Kapak Kızı'nı sonrasında ise Yeşil Peri Gecesi'ni okumanızı, hatta öykülerine de göz atmanızı tavsiye ederim. 


ARKA KAPAK;

Karlı bir kış günü, Ankara'dan İstanbul'a giden bir trenin yemek vagonu. Birbirini tanımayan üç kişi; bankacı Ersin, radyo programcısı Selda ve yemekli vagonun garsonu Bünyamin. Kapak Kızı, işte bu üç kişinin romanı. Ama aynı zamanda orada olmayan bir başkasının; bir dergide çıplak fotoğrafları yayınlanan Ayın Kızı Şebnem'in. Trenin saatlerce yolda kaldığı, bir yolcunun öldüğü bu uzun yolculukta, roman kahramanları, birbirleriyle, Şebnem'in fotoğrafları aracılığıyla yüzleşirler. Ancak bu zihinsel yüzleşme giderek kimin kimi yargıladığı belli olmayan bir hesaplaşmaya dönüşür. Ayfer Tunç, ilk kez 1992 yılında yayınladığı Kapak Kızı'nı 'zemin aynı zemin, inşa aynı inşa' olmak kaydıyla yeniden yazdı. Roman, bedensel çıplaklığı, kahramanlarını farklı nedenlerle sarsan bir travma olarak ele alıyor. Aile, hayat, aşk, kıskançlık, güzellik ve ahlak kavramlarını, alışılmış yorumların tuzağına düşmeden işliyor. Bunaltıdan ikiyüzlülüğe, anıların masumiyetinden yaşamın gerçeklerine uzanan soruların kuşattığı bu roman, aslında bütün soruları içeren tek bir soru soruyor: Kim daha çıplak?



OYSA HERKES KENDİSİYLE MEŞGUL / MURAT GÜLSOY

OYSA HERKES KENDİSİYLE MEŞGUL / MURAT GÜLSOY
CAN YAYINLARI/2001 ÖYKÜ


Hayalet Gemi adlı edebiyat dergisiyle okurların tanıdığı, şimdilerde Yaratıcı Yazarlık dersleri veren Murat Gülsoy'un ilk öykü kitabı olan Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, sevgili arkadaşım Ayça'nın bana 2011 yılbaşı hediyesi. Beni öyküyle tanıştıran, öyküyü sevdiren bir yazar kendisi. Bu kitabında kara mizah ve ironiyle dolu öykülerinde 'yazı' ve 'oyun' temaları üzerine odaklanılmış. Yazar öykülerinde okuru şaşırtmayı sevdiğini söylerken bize sürpriz, beklenmedik sonlar hazırlıyor. Çoğunlukta ben anlatıcı dilin hakim olması sebebiyle okurla sıcak ilişkiler kuruluyor. Özenli, zekice kurgulanmış 12 modern öyküde akıcı bir dil hakim. Bu kitabından sonra diğer kitapları da raflarımdaki yerlerini aldılar, mutlaka bir Murat Gülsoy okuyun derim

Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri / YEKTA KOPAN

AŞK MUTFAĞINDAN YALNIZLIK TARİFLERİ / YEKTA KOPAN 

Can Yayınları İSTANBUL / 2002
Öykü

2002 Sait Faik Hikaye Armağanı alan Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri, beni Yekta Kopan'la tanıştıran bir kitap. Kopan, abartısız, akıcı bir dille, gündelik yaşamımız içinde sıkışıp kalmış ayrıntıları süslü bir ambalajla sunuyor bizlere. Baba-oğul ilişkisi, aile sorunu, aşk, arkadaşlık, eksiklik, mizah ve ironi, hepsi iç içe ve oldukça dengeli. ‘Yaşam kurgulanmalıdır’ diyor Yekta Kopan ve dediğini de yapıyor, yaşamdan, insandan parçalar alıp, kurgulayarak okura sunuyor. Ekranlardan da tanıdığımız Yekta Kopan hayal gücünü öyle bir gerçeklikle anlatıyor ki, sonunda bu bir hayal dese bile siz gerçek olduğuna yemin edebilirsiniz. Kitabın sonunda "yayınlanmamış bir söyleşi" bölümü var ki, ben yakın arkadaşı olan Murat Gülsoy'a bunun doğru olup olmadığını sordum:) 
Ayrıca ilk kitabını okuyor oluşumdan kaynaklanan baba göndermesinin Yekta Kopan kitaplarında bir klasik olduğundan habersiz baba özlemini de buldum satır aralarında, eminim siz de bunu hissedeceksiniz. Bir solukta, keyifle okuyacağınız kitabın adını aldığı hikayeden de bir kaç tarif vereyim size;

Yalnızlıklara dair...

Buğulu Yalnızlık
2 kişilik
Malzeme: 2 kişi, 1 ilişki
Hazırlanışı: Mutlu günler geçirilir. Beraber olunmaktan alınan keyfi kaynayana kadar sık sık karıştırılarak yaşanır. Arkadaşlar ortak edinilir ilişkiye. Sinemaya gidilir, çıkışta filmden hiç bir şey hatırlanmaz, geriye kalan sadece sevgilinin film boyunca tuttuğu elinizde kalan sıcaklıktır. Sözler verilir. Sözlerin altında ezildikçe, yalanlar söylenir.
Mutluluk fokurdamaya başlayınca, ilişkinin altı kapatılıp dinlenmeye bırakılır. Oda sıcaklığına geldiğinde kıskançlık ve kavga gibi baharatlar göz kararı eklenir. Arzuya göre aldatma da konulabilir.
İlişki iyice soğuduktan sonra gözyaşı ile servis edilir.

Yapa-yalnızlık
1 kişilik
Malzeme: 1 kişi. Olabildiğince fazla ilişki girişimi
Hazırlanışı: Kadın ya da erkek tarafından hazırlanabilir. Hazırlanışı biraz uzun zaman aldığından zahmetlidir. Ustalıkla yapılabilen, pişirilmesi diğerlerine göre zor ama bir o kadar da lezzetli bir çeşittir. Birçok ilişki denenir. Özellikle her ilişkinin ilk günleri büyük bir coşkuyla yaşanır. En güzel sözcükler, en güzel öpüşlere karıştırılır. Her yeni ten, keşfedilmemiş bir coğrafyaymışçasına fethedilir. Bütün bu ilişkileri kısa tutabilmek, hepsinde sonsuz bir mutluluk yaşamaya çalışmak gerekmektedir. İlişkilerde yaşanan mutsuzluğun giderek artması, kişinin giderek içine kapanması, ayrı bir lezzet verecektir. Kişi artık ilişki yaşayamayacak kadar yorgun ve mutsuz hale geldiğinde, yapa-yalnızlık hazır olur. Alkolle servis edilir.

Türlü Yalnızlık
Çok kişilik
Malzeme: 1 kişi, 1 şehir
Hazırlanışı: Çok çabuk hazırlanabilir, ancak zamanla kazanılabilen bir el becerisi gerektirmektedir. Şehir bir dişi olduğundan daha çok erkeklerin damak zevkine uygundur. ( Kadınlar tarafından da farklı şekillerde hazırlanabilir. ) Sonucun güzel olabilmesi için dokusu, kokusu güzel bir şehir bulmak gerekir. Yalnızlığa yeterince acıkmış olunan bir anda, korunmasız bir ruh haliyle şehrin sokakları arşınlanmaya başlanır. Her sokağa, kaldırım taşına, elektrik direğine, binaya (özellikle tarih dokusu olan yapılara) farklı anlamlar yüklenerek gün boyu dolaşılır. Çevredeki insanların konuşmalarına kulak kabartılır. Her biri için bir hikâye düşünülür. Dalgınlaşılır. Yalnız insanların yüzünde hüzün, mutlu çiftlerin gözünde kahkaha, gençlerde heyecan, yaşlılarda ölüm aranır. Bütün bu duygular şehrin değişik köşelerine adanır. Arada bir baş yukarı kaldırılıp, gökyüzü seyredilir. Ancak bunun çok yapılması umutları arttıracağından lezzeti bozacaktır. Artık şehir tümüyle yalnızlığa dönüşmeye başladığında, yürüyüşe son verilerek bir duvar dibine oturulur ve duygular soğumaya bırakılır. Sonbahar sıcaklığına ulaştığında, türlü yalnızlık ta servise hazır olur. Afiyet olsun.
*2011